Translate

26 Haziran 2010 Cumartesi

Risale-i Nur Nasıl Bir Tefsirdir?





Tefsir, Kur’an-ı Kerim’in lafızlarından kasd edilen manaları beşer takati ölçüsünde açıklamak, demektir. Kur’an’ın en yetkili müfessiri, Hz. Peygamber (a.s)dır. “Sana da, ey Resulüm, bu Zikri indirdik ki kendilerine indirileni insanlara açıklayasın” (Nahl 44) ayeti bunu açıkça belirtir. Onun Kur’an hakkında üç mühim görevi vardı:
1-Tebliğ
2-Tebyin (açıklama)
3-Tatbik.
Hz. Peygamber Kur’andaki mücmelleri açıklamış, müşkülleri gidermiş, çok genel olan hükümleri sınırlandırmış (umumu tahsis etmiş), sorular üzerine cevap sadedinde bazen vahiy gelmiş, bazen kendisi açıklama yapmış, ondaki hükümlerin nasıl tatbik edileceğini göstermiştir.
Ashab-ı Kiram Kur’anın muayyen ayetlerinin açıklanmasına ihtiyaç duyar, Hz. Peygamber Efendimizin açıklamalarıyla maksatlarına erişirlerdi. İlerleyen asırlarda Müslümanların açıklanmasına ihtiyaç duydukları ayetlerin sayıları arttı. 2. ve 3. asırda yazılmış tefsirlere bakarsak, sure ve sure içinde ayet sırasın gözetildiğini, fakat ayetlerin ekserisi hakkında herhangi bir açıklama veya rivayet yerleştirilmediğini görürüz. Ancak h. 3. asrın sonlarında bütün ayetlerin tefsir edilmeye başlandığına şahid oluyoruz. Bu alanda elimizde olan ilk tefsir eseri Taberi’nin (ö.310/  923    )tefsiridir.


Bu tarz devam ederken bazı tefsirciler, muayyen konular hakkında tefsir yapmayı faydalı bulmuşlardır. Zira aslında her müfessirin 6200 küsur ayeti yeniden tefsir etmesine ihtiyaç da yoktur.  O, kendi zamanının ihtiyaçlarını gidermeye öncelik vermeli, kendi zamanının ihtiyaçlarına ihtimam göstermelidir. Bu konudaki ayetleri özellikle ve ayrıntılı olarak açıklamalıdır. Bunun dışında kalan pek geniş alanı, başka müfessirlerin eserlerine havale etmelidir.


Bu ihtiyaç diğer taraftan, dini ilimlerin öğretiminin zayıfladığı, insanların himmetlerinin ve dini ilimlere ayırabildikleri zamanın azaldığı bir dönemde, işe en sağlam yerinden başlamak gerekiyordu. İşte Üstad Bediüzzaman’ın tefsiri, dinin temeli olan; Allah Teala’nın varlığı, birliği, sıfatları, melekler, kitaplar, nübüvvet, vahiy, ahiret hayatı gibi meselelerde, güçlü açıklamalar yapmıştır. Bunları yaparken, diğer tefsirlerdeki gibi farklı kıraat vecihleri, esbab-ı nüzul, i’rab, lügat vb. yönlerini açıklamamıştır. Bu konular önemsiz olduğundan değil, bu hususta ayrıntılı açıklamaların bulunduğu geniş tefsirlere havale ettiğinden ötürü böyle yapmıştır.


Kur’an’ın tefsirini, başlıca ikiye ayırma görüşü İmam Gazali, İbn Kayyim ve Muhammed Abduh gibi zatlar tarafından da vurgulanmıştır. İşte Risale-i Nur, “manevi tefsir” kabilindendir. Manevi tefsir bazılarının zannettiği üzere, “işari tefsir” demek olmayıp, lafızdan çok, manayı esas alan, manaları anlatmaya yönelen tefsir tarzıdır.


Üstad Bediüzzaman: “Risale-i Nur, Kur’anın çok kuvvetli hakiki bir tefsiridir” der, bazı dikkatsizler, bunun ne manaya geldiğini bilmediklerinden, şöyle bir açıklama ihtiyacı hisseder: “Tefsir iki kısımdır: Birisi, malum tefsirlerdir ki, Kur’anın ibaresini, kelime ve cümlelerinin manalarını beyan, izah ve ispat ederler. İkinci kısım tefsir ise: Kur’anın imani hakikatlerini kuvvetli hüccetlerle beyan, ispat ve izah ederler. Bu kısmın pek çok ehemmiyeti var. Zahir malum tefsirler, bu kısmı bazen mücmel (çok kısa) bir tarzda derc ediyorlar. Fakat Risale-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda muannit feylesofları susturan bir manevi tefsirdir” (Şualar, s.434).


Bir misal verelim: Besmele-i şerifeyi tefsir eden mutad tefsirler “isim” kelimesinin manaları, etimolojisi, ba edatının işlevleri, Besmelenin sure başlarındaki hükmü, Fatiha’nın başındaki besmeleyi namazlarda okumanın hükmü, rahman ve rahim isimlerinin anlamları gibi konularda bilgi verirler. Bu bilgiler, bir evin binası durumundadır. Fakat o binadan tam yararlanabilmek için evde bulunması gereken eşya ve yiyecek gerekir ki bunlar da manevi tefsir mesabesindedir. Risale-i Nur, Sözler kitabının 1. sözü ve makam münasebetiyle onun peşine konulan bir parçada, Besmelenin insana gerçek kimliğini verdiğini, onu dünyada Yüce Yaratıcı’nın bir müfettişi makamına yükselttiğini, bu manevi kablo ile insanı sonsuz kudret sahibine bağlayarak ona muazzam bir enerji kaynağı ve şahsi gücünden binlerce defa fazla bir güç kazandırdığını,  kâinatı şenlendiren ve bütün yaratıkları insana amade kılan sırrın “rahmet” olduğunu, koyun, inek gibi hayvanların da “Bismillah” diyerek rahmet feyzinden bir süt çeşmesi haline geldiğini, bahçelerin “Bismillah” diyerek hadsiz sebze ve meyveleri içinde pişirdiğini, kâinatı dolduran o rahmete ulaşmanın yolunun “Rahmeten lil âlemin” olan Hz. Peygamber (aleyhis selam) ın terbiyesine girmek olduğunu anlatır.


Başka çok örneklerden biri de 1. Lem’adır: Hz. Yunus (a.s) ın denizde balık tarafından yutulması zahiri bir hadisedir. Fakat bu gerçekten hareket ederek her birimizin ondan daha müşkül durumda olduğumuzu, balığın onu yuttuğu gibi nefs-i emmaremizin de bizi yutup ihtiraslarımıza haps ettiğini, dalgalı dünya denizinde boğulmamak için, balığı bir denizaltı gemisi gibi bize hizmet ettirecek bir hale gelmemiz için Hz. Yunus gibi tam bir teslimiyetle Yüce Rabbimize sığınmamız gerektiğini güzelce anlatarak bu kıssayı nasıl okumamız lazım geldiğini bildirir.


Bu tarz tefsire duyulan ihtiyacın daha fazla olduğu, ayrıca geniş kitlelerin bunu daha kolayca anladıklarını söylemeye hacet yoktur.


Soru: Risale-i Nur Kur’andan mülhem olduğu öne sürülüyor,  ne dersiniz?


Bu Külliyatın müellifi, eserini yazarken yanında Kur’an-ı Hakim’den başka kaynak bulunmuyordu. Bazen bir konudaki ayetleri derinden derine tefekkür eder, onları tekrar tekrar okur, her tekrarında yeni yeni feyizler alır, sonra Kur’andan mülhem olarak sür’atli bir şekilde o konuyu açıklar, yanındaki talebelerine yazdırırdı. Bu eserleri şahsının malı olarak düşünmediğinden,  fazileti Kur’an’a raci olup Kur’an hakikatlerine hizmet ettiğinden, bunların ehemmiyetini belirtir, insanların bu eserleri dikkatli bir şekilde okumalarını tavsiye ederdi. O şöyle diyor: “Manevi bir elektrik olan Risale-i Nur dahi, ne şarkın malumatından ve ne de garbın felsefe ve fünunundan iktibas edilmiş bir nur değildir. Daha doğrusu, semavi olan Kur’an’ın şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebesinden iktibas edilmiştir” (Sikke-i Tasdik, s.76).


Üstad’a göre Risale-i Nur’un Kur’andan mülhem olduğunun şu gibi delilleri vardır: Üstün ikna kabiliyeti, farklı seviyedeki insanlara hitab edip herkesin kendi durumuna göre yararlanmasını sağlaması, muhtevasının zenginliği, müellif adeta bir yerden okuyormuşçasına sür’atle söylemesi, söylediğinin yanındaki talebeler tarafından hızla yazıya geçirilmesi, külliyatın müellifinin havsalasının çok ötesinde bir genişliğe sahip olması.  Bu Külliyat, getirdiği misaller ve diğer bazı özellikleriyle derin hakikatleri sade insanlara bile anlatır. Hâlbuki o gerçekleri, büyük âlimler bile “anlaşılmaz ve anlatılamaz” deyip, değil geniş kitleye, yüksek seviyedeki insanlara bile anlatamazken, Risale-i Nur etkili ve duygulu bir şekilde anlatır. Demek, Risale-i Nurdaki  (sühulet-i beyan) kolay anlatım, şüphe yok ki ilahi inayet eseridir ve onun müellifinin hüneri olamaz (Mektubat, s.348). 


Şunu unutmayalım ki Kur’an-ı Hakim Allah Teala’nın bal arısına ve sair hayvanlara bile ilham ettiğini, Allah’ın kelimelerinin tükenmek bilmediğini bildirir. Kendisini Kur’an’a veren bir müminin, onun  “tükenmek bilmeyen bedi manalarına” mülhem olmasında yadırganacak bir taraf bulunamaz. Sıradan insanların bile, iradeleriyle olmayan bazı durumlar hakkında  “kalbime doğdu” “içime doğdu” tabirlerini kullandıklarını çokça görürüz.


Soru: Risale-i Nur’un,  Kur’an anlayışına getirdiği bir yenilikten bahsedilebilir mi?


Risale-i Nur’un üzerinde durduğu temel konulardan biri Kur’an’ın hakkaniyeti, yani gerçeğin ta kendisi olmasıdır. O, insanlara iyice temellendirilmiş bir Kur’an anlayışı vermeye büyük özen gösterir.  Kur’an’ın klasik tarifi şöyledir: “Allah Teala tarafından Hz. Muhammed (a.s)a vahyedilmiş, tevatürle nakl edilmiş, Mushaflarda yazılmış, tilavetiyle ibadet olunan, mu’ciz kelamullahtır”. Bu, Kur’an hakkında belirleyici bir çerçeve çizen mükemmel bir tariftir. Fakat Kur’anın işlevlerini ve ondan nasıl yararlanmak gerektiğini göstermek için o, başka bir tarif daha yapar. Aslında pek teksifi (yoğun) olmakla beraber yine de uzun sayılabilecek bu tarifinden bazı cümleleri (sadeleştirerek) verelim: “Kur’an, bütün alemlerin Rabbi sıfatıyla Allah’ın kelamıdır.
Kıyamete kadar gelecek bütün insanlara yönelttiği ezeli hutbesidir.
Görünen âlemde, görünmeyen gayb âleminin lisanıdır.
İslam medeniyetinin güneşi, temeli ve mimari projesidir.
Uhrevi âlemlerin mukaddes haritasıdır.
İnsanlığın hakiki hikmeti (felsefesi), insanlığı mutluluğa götüren gerçek mürşididir.
İnsana hem hüküm ve hukuk kitabı, hem dua ve ibadet kitabı, hem hikmet kitabı, hem fikir kitabı, hem zikir kitabı, hem insanın bütün manevi ihtiyaçlarına merci olacak çok kitapları içeren kapsamlı bir kitab-ı mukaddestir” (Sözler, s.383).


Bir başka eserinde de, hangi yönünden bakılırsa bakılsın, Kur’anın bütün insanlığa ebedi ufuklar açan mükemmel bir rehber olduğunu şöyle temellendirir:


“Kur’anın altı yönü de doğruluğunu gösterir: Üzerine oturduğu zemin, delil sütunları üzerine oturur. Üstünde mucize olduğuna dair parıltılar bulunur. Arkasını semavi vahyin gerçeklerine dayandırırır. Önünde gösterdiği hedef, dünya ve ahiret mutluluğudur. Sağ tarafında aklı konuşturup tasdikini alır. Sol tarafında temiz kalplere ve vicdanlara hitab eder, fıtratın şahitliğini alır” (Şualar, s.134)


Tefsirde izlediği usul hakkında ne dersiniz?


Üstad Bediüzzaman hemen her bahsi, bir ayet-i kerime ile başlatır. Böylece yazacağı şeylerin, o ayetin feyzinden bazı katreler olduğunu gösterir. Fakat ayetin mealini vermez. Diğer tefsirlerin yaptığı tarzda açıklamalara girişmez. Onları önemsiz gördüğünden değil, öteki tefsirlerde zaten yapıldığından ötürü onlara havale eder. Anlatırken akla hitap eden deliller gösterir, bazen misaller verir, bazen hikâye zikr eder. Kur’andan başka kaynağa müracaat etmez. Yeri geldiğinde hafızasından ilgili hadis-i şerifler nakl eder. Bu, onun, hayatının son otuz beş yılını sürgün ve hapislerde geçirmesine verilebilir.  Fakat bunun ötesinde o, İmam Rabbani’nin (rh.a) “tevhid-i kıble et!” tavsiyesini tutmak için böyle yaptığını şöyle anlatıyor: “Cenab-ı Hakkın rahmetiyle  kalbime geldi ki bütün tarikatların başı, bütün  gezegenlerin güneşi, Kur’an-ı Hakimdir. Hakiki tevhid-i kıble bunda olur. Ona sarıldım. Nakıs istidadım, elbette layıkıyla o mürşid-i hakikiden en mükemmel şekilde istifade etmese de, yine de Kur’anın feyzini, yine onun feyziyle gösterebiliriz. Demek Kur’andan gelen o sözler ve o nurlar, yalnız birtakım ilmi meseleler değil, aynı zamanda kalbi, ruhi, hali olan imani meselelerdir. Ve pek kıymetli ilahi irfan hükmündedir” (Mektubat, s.331).
İşaratu’l-İ’caz tefsirinde ise farklı bir usul takib etmiştir. Öteki klasik tefsirler gibi sure ve ayet sırasını gözeterek ayetleri açıklamış, ayetler içinde cümlelerin, cümleler içinde kelimelerin tam yerinde olduklarını, Kur’anın belagat inceliklerini, üslup özelliklerini göstermekle beraber bilimsel tefsir ile sosyolojik tefsirin mükemmel örneklerini vermiş, Kur’anın mucize olduğunu çeşitli yönlerden ortaya koymuştur. Önsözünde belirttiği gibi, ona göre, fertler ne kadar âlim de olsalar, Kur’an’a mükemmel tefsir yapamazlar. Onun için çeşitli alanlarda uzmanların teşkil edeceği yüksek bir heyetin bu işi yapması sağlanmalıdır.Ancak, zorlayıcı şartlar bu eserini devam ettirmesine mani olmuş, bir numune olmak üzere bir ciltlik tefsir elimizde kalmıştır (Bu konuda güzel bir kitaptan geniş bilgi alınabilir: Dr. Niyazi Beki, Kur’an İlimleri ve Tefsir Açısından Bediüzzaman Said Nursi’nin Eserleri, İst., 1999)

Prof. Dr. Suat Yıldırım / Cevaplar.org

Hiç yorum yok: