Translate

Bediüzzaman'ın Hayatından Hatıralar

Bediüzzaman dua isteyenlere şöyle derdi...

Üstadımız ziyaretine gelenlere, 'Kardeşim, sen bana dua et, ben de sana...

Son Şahitler'den Bayram Yüksel anlatıyor:

Üstadımız ziyaretine gelenlere, 'Kardeşim, sen bana dua et, ben de sana dua edeceğim. Hadiste var: Gıyâbî yapılan dua daha makbuldür. Ben senin ağzınla günah işlemedim. Sen de benim ağzımla günah işlemedin. Onun için gıyâbî yapılan dualar daha makbuldür. Bana ismimle dua et, ben de sana dua edeceğim' derdi. Ziyarete gelenler de, 'Üstadım bize dua et' derlerdi. Üstadımız da, 'Bize dua eden, bizim dualarımıza dahil olur' derdi.
(Son Şahitler, Necmeddin Şahiner) 
***** 
Said Nursi: Hz. Ali gibi kabrim gizli olacak

Hz. Ali (r.a.) beni manevî evlâtlığa kabul ettiğinin ve kabrimin meçhul oluşunun bir hikmeti şu olabilir:

Son Şahitler'den Muhiddin Yürüten anlatıyor:

"Üstad vefatından önce bana şunları söylemişti:

"Kardeşim Muhiddin! Vasiyetimi bildirdim. Kabrim meçhul olacak. Hz. Ali (r.a.) beni manevî evlâtlığa kabul ettiğinin ve kabrimin meçhul oluşunun bir hikmeti şu olabilir: Hz. Ali'nin kabri de meçhuldür. Ben sağlığımda ziyaretçi kabul etmediğim halde, gelen ziyaretçileri görüyorsun. Bundan çok rahatsız oluyorum.Ya bir de meçhul olmayıp, herkes tarafından bilinirse nasıl olur, tahayyül ediniz. Belki ifrat ederek aşırılıklarda bulunurlar. Onun için kabrim gizli olacak, iki-üç talebem beni kabre koyacak, fakat kimseye söylemeyecekler.'

Sonra da kabir ziyareti ile alâkalı olarak şunları söyledi: 'Ehl-i dünya kabir ziyaretini bilmiyorlar. Kabirden medet umuyorlar. Bu şirke girer. Halbuki kabre varınca, üç İhlâsla bir Fatiha okunur. Sonra başta Peygamberimize ve tâ kabirdekilerin ruhuna gelinceye kadar, diğer büyük zatların ruhlarına hediye edilir. Şu şekilde de dua edilir: 'Ey filan! İnşaallah kabre imanla girmişsindir. Bize de dua et ki, biz de imanla kabre girelim.'

(Son Şahitler, Necmeddin Şahiner)


***** 
Said Nursi, hayvana vurma dokun dedi

Bediüzzaman Said Nursi’nin talelebelerinden Abdullah (Kula) Çavuş’u rahmetle anıyoruz.

Abdullah Çavuş ismi Risale-i Nur’da çok sık geçmektedir. Çünkü aynı tarihlerde yaşamış üç Abdullah Çavuş vardır. Üstelik üçü de Ispartalı… Üç Abdullah Çavuş’tan biri Barlalı, Hz. Üstad’ın komşusu Abdullah Yavaşer; ikincisi İslamköylü Hafız Ali’nin komşusu ve akrabası Nur Postası Abdullah Kula; üçüncüsü de Atabeyli Tâhirî Mutlu’nun komşusu Abdullah Sualp’tır.

İsimleri aynı, memleketleri aynı, yaşadıkları zaman aynı üç faal Abdullah... Bu ağabeylerimizin isimlerinden başka, ortak bir yanları da, üçünün de askerliklerini Çavuş olarak yapmalarıdır. Bu sebeple, Hazreti Üstad yazdığı mektuplarında bu ağabeylerimizi soyadlarıyla değil, ortak adları ve ortak sıfatlarıyla, ‘Abdullah Çavuş’ olarak bahsediyor.

Bugün rahmetle yad ettiğimiz ağabeyimiz, aynı tarihlerde yaşamış Ispartalı üç Abdullah Çavuş’tan birisi olan Abdullah Kula’dır. Diğer Abdullah Çavuş’ların da kendilerine aid hatıraları “Ağabeyler Anlatıyor-4” kitabından okunabilir…

İslamköylü Hafız Ali ile Abdullah Kula akrabadır

1901 yılında dünyaya gelen İslamköylü Abdullah Kula, 17 Ocak 1986 tarihinde vefat etmiş olup, mezarı İslâmköy Kabristanındadır. Nur Fabrikası sahibi, Denizli Hapishanesi Şehidi İslamköylü Hafız Ali Ağabey’in hem akrabası, hem komşusu, hem de onun nur postası idi. Abdullah Kula 1943 Denizli hapsinde de yatmıştır.

BEDİÜZZAMAN: AL BUNUNLA HAYVANLARA DOKUN

Abdullah Kula ile ilgili çalışmalarıma, hem Abdullah Kula’nın, hem de Hafız Ali’nin ortak yeğenleri olan İslamköylü Mahmut Kula önemli bir hatırayı bize şöyle anlatmıştı:

“Abdullah amcam akşam İslamköy’den risaleleri heybeye koyarak sabaha doğru Barla’ya gider sabah namazını Üstad Hazretleri ile eda ettikten sonra dinlenmeye çekilirmiş. O günlerde Üstad Hazretleri Abdullah amcama kalem büyüklüğünde bir ağaç dalı vererek “Abdullah hayvana vurma, al bunu buraya gelirken bununla dokun hayvana, o gelir” demiş. Annemden tekrar teyit aldım. Vefatına kadar o dalı hep cebinde gezdirmiş. Çocuklarına sordum nerede olduğunu bilmiyorlar.
Ömer Özcan 
*****
Risale-i Nur'un manevi avukatı

Hz. Üstad ona, 'Risale-i Nur'un manevi avukatı' diyor. Nur talebeleri Ahmet Feyzi ağabeyin çok kuvvetli hitabet kabiliyetini ve ilm-i cifr’e vukufiyetini iyi bilirler. 17 Ekim 1972 tarihinde Antalya’da vefat etmiştir, kabirleri İzmir Çamlık’tadır.

Vefatının 38. yılında ağabeyimizi rahmetle anıyoruz.

Ahmet Feyzi ağabeyle ilgili hüzün verici bir hatırayı Bayram Yüksel anlatıyor:

Afyon Hapsinde Zübeyr ve Ahmed Feyzi ağabeyi dövüyorlardı

Bayram Yüksel anlatıyor: 1948’de Afyon hapishanesinde iken Üstadın yanına her zaman çıkamazdık. “El Hüccet-ül Zehra” Risalesini Üstad yazar, o volta atılan meydana atıverirdi, biz de oradan alıp öyle çoğaltırdık.

Dünyanın en berbat hapishanesi orasıydı. Yetmiş-seksen kişi bir koğuşta yatıp kalkıyordu. Bir tek tuvalet var, hem banyo, hem de abdest almak için tek yer orasıydı. Pisti, taşardı suları…

Tâhiri ağabeyle, Refet ağabey üst katta kalıyordu. Fakat Zübeyr ağabeyle, Ahmed Feyzi ağabey o tuvaletin yanındaki boşlukta en berbat yerde kalıyorlardı.

Onları O müdafaalarından dolayı zulmen öyle yapıyorlardı. Vahşi insanlar da vardı, takunyalarla bastılar mı, pis su “foşşş” diye onların üstüne giderdi.

Zaman zaman Zübeyr ağabeyle Ahmed Feyzi ağabeyi çağırıp dövüyorlardı.

Uzaktan bile çat-çut dayak sesleri gelirdi, biz duyuyorduk. Zübeyr ağabey “Vuuuurrrr! Vuuuuurrr!” diye bağırıyordu. Ahmed Feyzi ağabey de yüzlerine tükürürmüş. Ama Zübeyr ağabey “Vur!” diye bağırırdı. Onların müdafaaları şiddetli idi, hiç de tenezzül etmezdi onlara.

Üstad volta atan hapislere bir bakıversin, bir selam versin, Üstad’ı görüversinler yeterdi, çoğu hemen namaza başlarlardı.

Onun için Üstad’a selam verenleri de çağırıp dövüyorlardı.

Ağabeyler Anlatıyor-1 Ömer Özcan 6. baskı sayfa 36

*****

Üstad İstanbul binalarını tek tek anlatırdı 

Son Şahitlerden Ahmed Remzi Hatip anlatıyor:

Üstad Hazretleri’nin hizmetlerinde bulunduğum 1952 senesinin Ocak, Şubat ve Mart aylarında bazen kendileriyle teneffüs etmek ve hava almak için kısa mesafeli gezintilere çıkardık.

Sirkeci’den Galata Köprüsü’ne, oradan Unkapanı’na doğru gezerdik. Yol üzerindeki binaları bizlere gösterirlerdi: “Burası vakıflara aittir. Burası fiilen filanca tarihlerde dergâhtı, mescitti.”

Tek tek binalar hakkında mahzun bir tavırla bizlere malumat verirlerdi.

(Son Şahitler, Necmeddin Şahiner)

*****

Bediüzzaman teypten Risale-i Nur dinliyordu

Son Şahitler'den Bayram Yüksel anlatıyor:

Biz Üstadımızın yanında kaldığımız uzun seneler boş oturduğunu görmedik. Ya okur, ya tashih eder, veyahut okutur, dinlerdi. Hatta son zamanlarda teybe Risale-i Nur okuyorduk. Üstadımız da dinliyordu.



Üstadımız, ziyarete gelenlere, 'Yeni bir âlet çıkmış Risale-i Nur hafızı, Risale-i Nur'u çok güzel okuyor' diyor ve alıp dinlemeye teşvik ediyordu.

(Son Şahitler, Necmeddin Şahiner)

*****

Bediüzzaman: Gençler bana dua etsin

Son Şahitler'den Hasan Sağlam anlatıyor:

(1937' de İnebolu'nun İlişi köyünde doğdu.)



İzmir'de askerliğimi bitirince doğru Isparta'ya, Üstadın ziyaretine gitmiştim.



Bana, 'Sizin gibi gençlerin duası makbuldür, bana dua edin' diyordu. Ziyaretten önce de Zübeyir Ağabey bana, 'Sizin gibi gençleri kabul eder' demişti.

(Son Şahitler, Necmeddin Şahiner)

*****

Said Nursi önce Eskişehir'e defnedilmek istedi

Son Şahitler'den Mehmet Özpolat anlatıyor:(1922'de Gaziantep'in Kilis ilçesinde doğdu. 1941'de Hava Astsubay okulunu bitirdi. Yurdun çeşitli yerlerinde Astsubay olarak görev yaptı. 1970'de emekli oldu.)



Saatçı Şükrü ile beraber Emirdağ'a Hazret-i Üstadı ziyarete gittik. Üstad Hazretleri, 'Kalkın, Eskişehir'e gideceğiz' dedi. Ceylan'a 'Arabayı hazırla' dedi. Arabanın arkasına Üstad Hazretlerini yatırdık. Arabanın ön tarafına Saatçı Şükrü, ben, Ceylan da şoför olarak bindik. Yola çıktık.



Emirdağ'dan Eskişehir istikametine doğru hareket ettik. Emirdağ'ın çıkışında Üstad Hazretleri, 'Kardeşlerim, ben ölürsem beni Emir Dağında bulunan Emir Hazretlerinin yanına defnedin' dedi.



Eskişehir'e yaklaştığımızda, 'Beni Eskişehir'e defnedin' dedi. Daha sonra, 'Yok kardeşlerim, yok kardeşlerim, benim dirimden çok ölümden korkacaklar. Benim mezarım belli  olmayacak' dedi.

(Son Şahitler, Necmeddin Şahiner)

*****

Bediüzzaman'dan doktora ücret tavsiyesi

Son Şahitler'den Mustafa Ramazanoğlu anlatıyor:

Sene 1952. İstanbul Belediyesinin doktoru Nihat Ongun bana rica etti. 'Beni Üstadın ziyaretine götür' dedi. Doktorla beraber Üstadı ziyarete gittik. Yine kabul buyurdular. Üstad,



Nihat'ın doktor olduğunu öğrenince şöyle bir nasihatta bulundu:



"Ben iki meslek erbabına çok kıymet veririm. Bunlardan biri doktorlar, diğeri muallimlerdir. İmanlı muallimler körpe dimağlara imanı, İslâmı yerleştirir. Onun için benim nazarımda muallimler çok kıymetlidir. Sana tavsiyem şudur. Sen bir hastayı tedavi ettiğin zaman ücretin 100 lira değer de, 2,5 lira verirlerse al, cebine at. Zannetme ki, 97,5 lira kaybettin. Sadaka olarak defter-i âmâline geçer.'



Doktor Nihat Bey çok iyi bir intiba ile ayrıldı. Bana, 'Bu zatın sözleri iliklerime işledi' dedi.

(Son Şahitler, Necmeddin Şahiner)

*****

Said Nursi odunu bunun için taşıyordu

Son Şahitler'den Molla Hamid Ekinci anlatıyor:

O kışı çok tatlı hatıralarla geçirdik. Baharda odun kırmış, camiye odun çekiyordum. Üstad da bana odun taşımak için yardım ediyordu. Kucağına bir demet alıp taşımaya başladı.

Ben Üstad'ın odun taşımasını istemedim. 'Efendim, işte ben taşıyorum. Siz oturunuz' dedim.

Üstad cevaben aynen şunları söyledi:

"Birader, gayretim, kabul etmiyor, sen çalışasın ben oturayım. Eğer bilsen gayret ne kadar hayırlı bir iştir, ömrünü bir dakika boşa geçirmezdin!'

(Son Şahitler, Necmeddin Şahiner)

*****

Said Nursi: Şii-Sünni geçimsizliği halledildi

Son Şahitlerden Muzaffer Küçükyıldız anlatıyor: İlk defa 1957 yılının bir yaz mevsimi Üstadı ziyarete gittim... İkinci ziyaretim de Muradiyeli Kamil Acar'la olmuştu.

Bana ve Kamil Ağabeye dualar etti. Kamil Ağabeye İran'a götürmesi için bazı kitaplardan vermişti. O da götürmüştü. Kamil Ağabey götürdüğünü söyleyince 'Size üç müjdem var' dedi:

"Birincisi: Şiilerle Sünnilerin geçimsizliği halledildi.

"İkincisi: Almanya ve diğer bazı devletler Risale-i Nur'ları kendi lisanlarıyla okutacak.

"Üçüncüsü: Van'da bir üniversite yapılacak.'

(Son Şahitler, Necmeddin Şahiner)

*****



Bir anda Said Nursi doktor, doktor hasta oldu

Kastamonu’da kaldığı günlerdi. Çok ağır hastaydı.Hastalığının şiddetinden geceleri bir saat ya uyuyor, ya uyuyamıyordu. Sesi de çıkmıyordu.

Ramazan ayıydı. Sahurda ve iftarda yediği bir-iki kaşık yoğurt veya çorbayla orucunu tutuyordu.Bir gün iftara yakın saatte onu muayene etmek için bir doktor çıkageldi.Bediüzzaman’ın elini tutmak istedi.Bediüzzaman, elini doktorun elinden hızla çekiverdi.

– Ben sana hastalığımı muayene ettirmem. Ben hekimlere muhtaç değilim. Hekim Cenab-ı Hak’tır, dedi.

Birden canlanmıştı. Sesi de çıkmaya başlamıştı. Sanki kendisi doktor şeklini almış, doktor ise hasta vaziyetine girmişti.

Doktora Risale-i Nur’dan bir bölüm okudu:– "Hasta doktor"un derdine deva olacak bir ilaçtı bu...

Yanında bulunan talebeleri Emin ve Mehmed Feyzi, Üstad’ın iyileşmesine sevinmişlerdi, ama nasıl olup da böyle bir anda sağlığına kavuştuğuna hayret ediyorlardı.

Sonra iftar saati geldi, top atıldı.Doktora:– Burada iftar et, dedi. Doktor, mahcup bir şekilde, ezile büzüle:– Efendim, dedi. Bugün kusur etmişim, oruç tutamadım.

Anlaşılmıştı mesele...Üstad oruç tutmayan doktora muayene olmak istememiş, şifa doğrudan Allah’tan gelmişti. Manen hasta olan doktora da bir iman dersi verilmişti.

(Bediüzzaman'la Yaşayan Öyküler, Ömer Faruk Paksu)



*****



Bahaneye yer yok!

Bünyamin Ateş anlatıyor:Av. Bekir Berk'in Çarşıkapı Kiğılı Pasajında bulunan yazıhanesi çok hizmetlere sahne olmuş, hareketli ve bereketli bir mekândı. Bekir Ağabeyin mahkeme kararlarından meydana getirilmiş iki ciltlik bir kitabı vardı. O tarihlerde yoğun bir şekilde de­vam eden davalara delil olarak gösterilmek için bunlara çok ihtiyaç duyuluyordu. Ayrıca müdafaalarından oluşan “Nurculuk” isimli kalın kitabı da savunma dosyalarına konan deliller arasındaydı. Alınan her yeni beraat kararı, yine ek olarak dosyalara konurdu.Benim söz konusu ilginç hatıram, bu mahkeme kararlarından biriyle ilgilidir. Şöyle ki:Gebze’de bir beraat kararı verilmişti. Yeni bir davada delil olarak sunmak için onu mahkemeden getirtmek istiyordu. O sırada, Üsküdar’da kaldığımız yerin telefonu çaldı. Ahizeyi kaldırdım. Karşımda o nazik sesiyle Bekir Ağabey vardı:“Aziz, canım kardeşim! Gebze’ye mahkemeye gidecek, kara­rın bir suretini alıp hemen bana getireceksin. Tamam mı?”Bekir Ağabeye “hayır” demek ne mümkün! Tabiî telefona çıkınca görev de benim üzerimde kalmıştı!Hemen Gebze’ye gittim. Mahkeme kararını alarak Üsküdar’a geldim. Sene 1971. Henüz Boğaz Köprüsü inşa hâlinde. Araç gelip geçişi Sirkeci-Harem arasındaki araba vapurlarıyla yapılıyordu. Şiddetli fırtına yüzünden tüm gemi seferleri iptal edilmişti. Her zamanki gibi kilometrelerce çile kuyrukları oluşmuştu. Telefonla arayıp kendisine durumu izah etmeye çalıştım:“Ağabey, Boğazda trafik tamamen durmuş, geçemiyorum. Mahkeme kararını ne yapayım?” Her zamanki kesin tavrıyla:“Ben anlamam! O karar bana sabaha kadar mutlaka gelecek. İster uçarak, ister yüzerek, istersen köprünün tellerine takılarak geç!” dedi. Boğaz Köprüsünün direkleri henüz dikilmiş, aralarında teller döşenmeye başlanmıştı.İnsan isterse, çarenin bittiği yerde çare üretebileceğini ondan öğrendim. Akşam karanlığı çökmek üzere, iskele ana baba günü idi. Herkes şaşkın, ne yapacağını bilemez hâldeydi. Fısıltı hâlinde duydum ki Paşabahçe tarafından İstinye’ye vapurlar işliyormuş. Hemen otobüse atlayıp gittim. Gerçekten, çalışan vapurlardan biriyle karşıya geçmeyi başardım! Bundan sonrası kolaydı; çünkü sabaha kadar vaktim vardı. Yaya da olsa yetişebilirdim. Vakit hayli ilerlemişti. Epey bekledikten sonra bir otobüsle Eminönü’ne, oradan da yaya olarak Çarşıkapı’daki yazıhaneye gece yarısı saat 2’de ancak varabilmiştim.Bekir Ağabey uyumamıştı. Beni görünce bir çocuğun oyuncağını bulmuşçasına sevindi. “Hayyyt!” diye bir nara attı. “Bravo aslanım! Geleceğini biliyordum.” dedi. Kararı elimden kaptığı gibi daktilonun başına geçti. Sabaha yetiştireceği mahkeme dosyasının ilgili yerine yerleştirdi.

(Hayatını Davasına Adayan Adam: Bekir Berk kitabından)İhsan Atasoy



*****



Said Nursi'nin 'sakın arkadaşlık yapmayın' dediği kişi

Kiminle arkadaşlık yapılmaz? Çam Dağı, Barla’dan yürümeyle dört-beş saatlik mesafede yüksek bir dağdı.Bir gün hizmetinde bulunan talebelerinden Hüseyin’le bu dağa çıktılar. Yanlarına yiyecek olarak bir ekmek, biraz da katık almışlardı.Dağa çıktıklarında gün yeni aydınlanmıştı. Sabah kahvaltısı yapacaklardı. Bir çam ağacının altına mütevazi sofralarını kurdular.Hüseyin ekmeği aldı, ortadan ikiye böldü. Bir parçası diğerine göre büyük olmuştu. Büyük olan parçayı Bediüzzaman’a uzattı:

– Buyurun Üstad’ım, dedi.Bediüzzaman ekmeği alırken, dikkatli bir şekilde Hüseyin’e baktı. Hüseyin’in rengi değişti:

– Bir şey mi oldu Üstad’ım, dedi.

– Yok kardeşim, bir şey dikkatimi çekti, dedi. Ekmeğin büyük olan parçasını bana verdin. Bu konuda sana bir düsturu hatırlatayım.Ve şöyle devam etti:

– Bak kardeşim! Birisi seninle bir dilim ekmek paylaşırsa, yahut bir elmayı bölüşürse, eğer yarıdan fazlasını kendine alırsa, o kişiyle sakın arkadaşlık yapma.

Ömer Faruk Paksu(Bediüzzaman'la Yaşayan Öyküler kitabından)



*****



"İyiye yor"

Talebeleriyle sürekli mektuplaşırdı. Gelen mektuplara cevaplar yazar ve bu şekilde diyaloğa önem verirdi. Zamanla bu mektuplar Nur Risalelerinin önemli bir bölümü haline geldi. Barla, Kastamonu ve Emirdağ Lâhikası gibi eserler bu şekilde oluştu.Bir gün Bediüzzaman’a bir talebesinden mektup geldi. Mektupta tanınmış bir hocadan söz ediyor ve hocanın Risale-i Nur’ların aleyhinde konuştuğunu yazıyordu.Bediüzzaman mektubu okuyanın sözünü kesti ve devamını okumasına izin vermedi. Üzülmüştü, biraz da kızmıştı.“O zât, ilim ehlidir, âlimdir, bize dosttur, o öyle söylemez, siz benim kardeşimle aramı mı açacaksınız?” dedi.Ve talebelerine şöyle ders verdi:“Kardeşim, biz daima olayları iyiye ve güzele yormakla görevliyiz, kötü düşünceler âlemimizi işgal etmemeli. Kesinlikle gıybet etmeyin ve kimsenin aleyhinde konuşmayın.

Ömer Faruk Paksu(Bediüzzaman'la Yaşayan Öyküler-1 kitabından)



*****



Talebelerime ilişmesinler!

Ziyaretçi kabul edecek durumda değildi. Talebelerine özellikle tembih etmişti:

– Ziyaretçi getirmeyin, hastayım, kimseyle görüşecek hâlim yok” demişti.Buna rağmen ısrarla onu ziyaret etmek isteyen biri vardı. Mehmet Çalışkan’ın etrafında dört dönüyor, dükkânından bir yere ayrılmıyordu:

– N’olursun, ben uzak yoldan geldim. Bir kere sorun, istemezse geri dönerim. Hoca Efendi’yi benim geldiğimden haberdar etmeden beni göndermeyin.Mehmet Çalışkan daha fazla dayanamadı ve Bediüzzaman’ın evine gitti. Ve kısa süre sonra sevinçle geri döndü:

– Tamam, dedi. Üstad seni kabul etti, buyur gidelim.Mustafa’nın sevincine diyecek yoktu. Bu mutluluk, ona dünyadaki her şeyden daha tatlı gelmişti.Mehmed Çalışkan onu Bediüzzaman’ın odasına kadar çıkardı:

– Üstad’ım, misafiri getirdim, dedi.Bediüzzaman karyolasının üzerinde istirahat ediyordu.Mustafa odaya girer girmez Üstad’ın elini öptü ve gözü oturacak bir koltuk veya sandalye aradı, ama bir şey bulamadı.Yerde eski bir kilim, karyolanın başucunda da basit bir yer minderi vardı. Bu minderin üzerine diz çöktü, oturdu.

– Hoş geldin kardeşim, dedi Bediüzzaman:

– Bugün rahatsızım, hiç ziyaretçi kabul etmiyorum. Senin ismini söyleyince içime bir sevgi doğdu, getirin dedim.

– Sağ olun Üstad’ım, dedi Mustafa mahcup bir şekilde…

– Nereden geliyorsun?

– İstanbul’dan efendim.Bediüzzaman, Mustafa’nın İstanbul’dan geldiğini duyar duymaz çevik bir hareketle yerinden sıçradı ve yatağın üzerine oturdu. Yüz ifadesi bir anda değişiverdi.Mustafa ne olduğunu anlayamamıştı:

– Yanlış bir şey söyledim galiba, diye içine bir korku düştü.Bediüzzaman:

– İstanbul’da talebelerime işkence ediyorlarmış, doğru mu, dedi.Mustafa ezile büzüle:

– Ben bir şey bilmiyorum efendim, bir şey duymadım, dedi.Bediüzzaman talebelerine duyduğu sevgi ve şefkati bu misafirine şöyle ifade etti:– Benim etimi cımbızla çeksinler, ama talebelerime ilişmesinler!Biraz bekledikten sonra Mustafa’ya:– Kardeşim sana kızmadım, dedi. Seni de talebeliğe kabul ediyorum. İstanbul’daki talebelerime selam söyle.

Ömer Faruk Paksu(Bediüzzaman'la Yaşayan Öyküler kitabından)



*****



Kardeş kavgasına Bediüzzaman müdahalesi

Henüz ilkokul öğrencisiydi. Okuldan kalan zamanlarında babasına yardım ediyor, onun ayak işlerine koşuyordu.Dükkânları Bediüzzaman’ın evinin hemen karşısındaydı.Bediüzzaman Emirdağ’a geldikten kısa bir süre sonra bu eve yerleşmişti. Zaman zaman pencereye çıkar, çarşıyı seyrederdi.Birgün Zeki’yle ağabeyi babalarının olmadığı bir sırada kavgaya tutuşmuşlardı.Sesleri ve gürültüleri Bediüzzaman’ın kulağına kadar gitmişti. Bunu fark ettiklerinde iş işten çoktan geçmişti.Talebesi Zübeyir’e:

– Onlara söyle, çabuk benim yanıma gelsinler, dedi.Zübeyir dükkâna geldi ve “Kardeşim, sizi Üstad çağırıyor, dedi.Biraz sonra dükkâna gelen babası da, olayı anlamış,

– Haydi, şimdi ne haliniz varsa görün, diyerek onları Bediüzzaman’a havale etmişti.İkisinin de rengi atmıştı. Ne yapacaklarını bilemediler.Çabucak abdest alarak kızarmış yüzlerle Bediüzzaman’ın huzuruna çıktılar.Sessizce içeriye süzüldüler ve kapı eşiğine oturdular.Başlarını kaldırıp bakamıyorlardı.Bediüzzaman iki kardeşi göz ucuyla izledi bir süre ve “Niye kavga ediyordunuz, diye sordu.İkisinden de çıt çıkmadı.

– İkiniz kardeşsiniz. Birbirinizi sevmeniz saymanız gerekirken kavga etmeniz beni çok üzdü. Sizin adınıza ben utandım.Başları önde, sessizce dinliyorlardı. Bediüzzaman devam etti:

– Ben yıllardır kardeşlerimden ve akrabalarımdan uzaktayım. Onları bir defa görmeye can atıyorum. Halbuki siz her gün berabersiniz. Buna şükretmelisiniz. Birbirinizin kıymetini bilmelisiniz. Şimdi birbirinize sarılın ve barışın. Ve bir daha sürtüşmeyeceğinize dair bana söz verin, dedi.İki kardeş kalktılar, önce Bediüzzaman’ın elini öptüler, sonra da birbirlerine sarılıp özür dilediler.Başları önde kapıdan çıktılar. Ve bu onların ölünceye kadar son kavgaları oldu.

Ömer Faruk Paksu (Bediüzzaman'la Yaşayan Öyküler kitabından)



*****



Said Nursi neden başka kitaba ihtiyaç duymadı?

Kur’an bana kâfi geldi Nur Risalelerini yazarken, yanında Kur’an-ı Kerim'den başka kitap bulundurmuyordu. Kalbine inen manayı konuşur gibi söylüyor, Nur katipleri de onun söylediklerini hızla yazıyorlardı.Gençliğinde, Bitlis’te ve misafir olarak kaldığı Van Valisi Tahir Paşa’nın konağında, pek çok kitabı ezberine almıştı. Sadece dinî kitaplar değil; fen, felsefe, tarih ve edebiyat kitapları da bunlara dahildi.Şöyle bir göz gezdirdiği herhangi bir kitabı, adeta fotoğrafını çekmiş gibi, hafızasına aktarıverirdi. Bu şekilde Kur’an-ı Kerim'i on beş günde ezberlemişti.Ezberlediği kitapların sayısı doksan civarındaydı. Her gece üç saat tekrarla, üç ayda bu kitapları devrediyordu.Ona sormuşlardı:

– Üstad’ım, yeni bir kitap yazmak için kütüphaneler dolusu kitaptan istifade edilir. Halbuki siz yanınızda Kur’an-ı Kerim'den başka kitap bulundurmuyorsunuz. Başka kitaplara ihtiyaç duymuyor musunuz?Bediüzzaman, gençliğinde ezberlediği kitapları hatırlatarak şöyle demişti:

– Kardeşlerim, Cenab-ı Hakka şükür, bütün o ezberimdeki kitaplar, Kur’an’ın hakikatlerine çıkmak için bana basamak oldular. Sonra Kur’an’ın hakikatlerine ulaştım. Çıktım, baktım ki, her bir Kur’an âyeti kâinatı kuşatıyor gördüm. Artık ondan sonra başka bir kitaba ihtiyacım kalmadı. Kur’an bana kâfi geldi.

Ömer Faruk Paksu(Bediüzzaman'la Yaşayan Öyküler kitabından)



*****



Said Nursi'nin tavus kuşu tefekkürü

1953 yılında İstanbul’a gelmiş, üç ay kadar burada kalmıştı. İmkân buldukça dışarıya çıkıyor, mübarek yerleri ziyaret ediyordu.Güzel bir bahar günüydü. Hava günlük güneşlikti. İki talebesiyle birlikte, öğle namazını kılmak için, Yavuz Selim Camii’ne gitmişlerdi. Namazlarını kılıp tesbihatlarını yaptıktan sonra camiden çıktılar.Caminin önünde, Bizans’tan kalma bir su sarnıcı vardı. Tavanı yıkılmıştı. O günlerde burası bahçe olarak kullanılıyordu. Hep beraber bahçeye indiler. Rengarenk tavus kuşları, kanatlarını açmış etrafta geziniyorlardı.Bediüzzaman bu kuşları görünce hemen onların yanına gitti. Bir süre hayran hayran seyretti:

– Maşaallah, barekallah, dedi. Cenab-ı Allah ne güzel yaratmış. Ne muhteşem, ne hârika bir sanat eseri!Sonra talebelerini yanına çağırdı.– Bakın bakın, dedi. Ben Risale-i Nur’da bunlardan bahsetmiştim. Bu güzelliği onlara, Allah’tan başka kim verebilir? Kim bunların bir tüyünü yapabilir?Kuşların sahibi de onları izliyordu. Bediüzzaman, kesesinden bir miktar para çıkardı, adama uzattı:

– Bu parayla kuşlara yem alıver, dedi.Ve bir süre daha seyretti tavus kuşlarını…O gün çok sevinçliydi.

Ömer Faruk Paksu(Bediüzzaman'la Yaşayan Öyküler kitabından)



*****



Bediüzzaman'dan güreşçiye Herkül'lü tavsiye

Herkül de Risale-i Nur okurdu. Güreşe meraklıydı. Sağlık memuru olarak çalıştığı Devlet Demiryollarının serbest güreş takımındaydı. Gücünü kuvvetini korumak ve katıldığı müsabakalarda başarılı olmak istiyordu.1957’de Risale-i Nur’u ve Üstad Bediüzzaman’ı tanımıştı:– Ona gidip duasını alırsam gayeme ulaşırım” düşüncesindeydi.Malatya’dan Ankara’ya geldi. Orada birkaç Nur talebesiyle görüştü, Bediüzzaman’ın nerede olduğunu öğrendi ve Eskişehir’e doğru yola çıktı.Bediüzzaman Eskişehir’den Isparta’ya gitmişti. Hemen trene atlayarak Isparta’ya geldi. Üstad buradan da Afyon’a gitmişti. O da peşinden Afyon’a hareket etti. Oraya gittiğinde bu sefer Emirdağ’a gittiğini öğrendi.Yorulmuştu, ama vazgeçmedi. Sabahleyin trenle Emirdağ’a gitti. Yine hayal kırıklığına uğradı. Bediüzzaman oradan da tekrar Eskişehir’e dönmüştü.Dünyası karardı, mecalsiz ve ümitsiz bir şekilde düşüncelere daldı:– Herhalde Üstadla görüşemeyeceğim, dedi. Bu düşüncelerle tekrar Eskişehir’e hareket etti.Eskişehir’de bir otele yerleşti. Oda arkadaşı:– Nereden geliyorsun, diye sordu.

– Malatya’dan, dedi.– Niçin geldin?

– Bediüzzaman’ı ziyaret edeceğim.Oda arkadaşı:– Tam yerine gelmişsin, dedi. Üstad bu otelin sahibinin evinde kalıyor.Mehmet Hamit, o kadar gezdiğine sevinse miydi, üzülse miydi? İki gündür şehir şehir geziyordu. Ama şimdi Üstad hemen yanıbaşındaydı.Sabahı zor etti. Gece boyunca namaz kıldı, dua etti:

– Allah’ım Üstad’ı bana göster, dedi.Sabahleyin Bediüzzaman’ın kaldığı Odun Pazarı semtindeki eve geldi. Üstadla nihayet görüşebilecekti.Aklından iki şey geçiyordu: “Güreşte başarılı olmak ve güçlü kalmak!İçeriye girdiğinde Bediüzzaman divanın üzerinde yarı uzanmış bir şekilde oturuyordu. Hastaydı.Elini öptü ve ağlamaya başladı. Hafızası silinmişti sanki; aklına bir şey gelmiyordu.Bediüzzaman elini başına koydu, dua okudu:– Evladım, dedi. Güç hayvanda da olur. Öküz çift sürmek için yaratılmıştır ve fıtratı gereği güçlüdür. Sen güçlü olmaya değil de niçin yaratıldığına bak. Bu dünyaya niye geldin, onu düşün.Mehmet Hamit, birazcık kendine gelmişti. Başını salladı. Bediüzzaman devam etti:

– Bu asırda Yunanlı Herkül ve İranlı Rüstem bile olsaydı, Risale-i Nur’u okuyup kabre imanla girmeyi isterlerdi. Sen bu eserleri okumaya devam et! Gayende de muvaffak olursun inşaallah.

Ömer Faruk Paksu(Bediüzzaman'la Yaşayan Öyküler kitabından)



*****



(Şerafeddin Kartal Ağabey anlattı.) Kütahya’da adına “Hacı Hıfzı Kur’an Kursu” külliyesi yapılan, hayırsever bir vatandaş olan ve bütün Kütahyalıların tanıdığı Hacı Hıfzı Efendiyi ziyarete gitmiştik. Yaşlı ve hasta olan bu zat yatağının üzerinde bize şu hatırayı anlattı:

—Urgancı Kara Faruk ve Tuzcu Abdullah Efendi ile birlikte Üstad’ı ziyaret etmek için Eskişehir’e gittik. Üstad’ın kaldığı Yıldız Oteli’ne vardık. Otelde odalar sıralıydı. Bir oda tahmin ederek kapısını çaldım. Ben açılan kapıdan içeri girerken biraz arkada kalan arkadaşlarım, polis takip eder endişesiyle, gelememişlerdi. İçeride Üstad, talebeleriyle birlikte ders mütalaa ediyorlarmış. Ben de iştirak ettim. Ders bittikten sonra: “Efendim, Kütahya’dan sizi ziyarete geldim.”dedim. Hoca Efendi:

“—Kardeşim, eserleri temin edip okusanız daha fazla fayda temin edersiniz” dedi. Bu ara, kendisine hediye olarak getirmiş olduğum üzerinde Kur’an hattıyla İhlâs Suresi yazılı olan kâğıda sarılı bir çini tabağı uzatarak:

“—Efendim, bu hediyeyi de size getirmiştim, dedim.Eline aldı, ambalajını açtı. “Maşallah, ne kadar da göz nuru dökülmüş.”diyerek takdir etti ve dedi ki:“

—Kardeşim, senden bu hediyeyi alsam, benim yeryüzünde ne dikili bir ağacım ne de çakılı bir çivim var, bunu nereye asayım. Amma senin bu hediyen reddedilmez, ben bunu kabul edeyim. Artık bu benim malımdır, tekrar sana hediye etmiş olayım.”dedi.Hasta yatağında yatan Hıfzı Efendi, bu hatırayı anlatırken ağladı. Sonra bir müddet sakin kalarak konuşmadı. Derin bir nefes aldıktan sonra dedi ki:

—Kardeşlerim, dünya bu zata o kadar güldüğü halde, tenezzül etmeyip elinin tersiyle onu ittiği için elbette ki Allah, o zatın sözlerine müessiriyet vererek kalplerde ve gönüllerde tesirini göstermiştir.Müsaade isteyip ayrıldık. Kaderin bu dünyada müsaade ettiği son görüşmeymiş bu. Hacı Hıfzı Efendi, yaklaşık on gün sonra Hakk’ın rahmetine kavuştu.

İbrahim Köse/Cevaplar.org



*****



Said Nursi'nin baba şefkatine cevabı “Gül bahçesinde gübrelere bakma!”Dahiliye uzmanıydı. Kıdemli binbaşıyken askeriyeden istifa ederek sivil hayata dönmüştü.Dinî ilimlere meraklıydı. Mesaisinden arta kalan zamanında bol bol ibadet ediyor, hadis ve tefsir kitapları okuyordu.Aynı zamanda maneviyat ehli büyük zatları da ziyaret ederek, onların ilim ve feyizlerinden istifade etmeye çalışıyordu.Bu şekilde birçok zatı ziyaret etmişti. Bediüzzaman’ın ismini de bu sırada duymuştu:

– Aradığın kutup budur” demişlerdi ona…Zamanın fenalıklarından çok çekiniyordu. Yeni neslin dinden uzak yetişmesine çok üzülüyordu. Çocuklarını da bu kötü gelişmelerden muhafaza etmek istiyordu. Bunun için Konya’ya yerleşmişti.Dr. Sadullah Nutku, bir gün oğlu Mehmet’i de yanına alarak Emirdağ’a Üstad Bediüzzaman’ı ziyarete gitti.Bediüzzaman gelen misafirlerini çok iyi karşıladı ve yanına oturttu.Dr. Sadullah Beyin oğlu hastaydı:

– Üstad’ım, dedi. Oğlum hasta, ona dua eder misiniz?Bediüzzaman, Mehmet’in yüzüne baktı ve “Kardeşim, ben ona dua edeceğim, ama hastalığı ahireti için daha iyidir, üzülme, dedi.Başını sallayarak:

– Peki Üstad’ım, dedi ve şöyle devam etti:

– Üstad’ım, ben çocuklarımın iyi terbiye almaları ve onları zamanın fenalıklarından korumak için Konya’ya yerleştim, dedi, Siz ne buyurursunuz?Bediüzzaman şöyle cevap verdi bu samimi talebesine:– Kardeşim, sen gül bahçesindesin, gübrelere fazla bakma! Çiçeklere, güllere bak. İyiliklere, güzelliklere bak. Bu dünyada tam istediğin gibi bir yer bulamazsın.

Ömer Faruk Paksu(Bediüzzaman'la Yaşayan Öyküler kitabından)



*****



1980’li yıllardı. Kütahya’da, bir akşam vaktiydi. Elindeki kitaptan ders yapan zat “Konuşan Yalnız Hakikattir” başlıklı yazıyı okuyordu. Okurken sıra “…bana zulmedenlerin, beni kasaba kasaba dolaştıranların, hakaret edenlerin türlü türlü ithamlarla mahkûm etmek isteyenlerin, zindanlarda bana yer hazırlayanların hepsine hakkımı helal ettim.” cümlelerine gelmişti. Koltuğun birisinde yarı dinler, yarı uyur vaziyette duran elli yaşlarında gösteren bir kişi bu cümlelerin okunmasıyla dikkat kesildi. Ders bitince yanındakilere sordu:

—Bu zat hapis yatarken zehirlenmiş midir?Evet, dediler.

—Afyon Hapishanesi’nde mi yatmıştır?Evet, dediler.Bu cevapları alan kişi, üzgün ve mahcup bir vaziyette der ki: “O zatı zehirleyen sağlık memuru bendim.” Emekli sağlık memuru olan bu kişi, zehirleme olayını bakın nasıl anlattı:1947–1948 yıllarıydı. Afyon Hapishanesi’nde yatmakta olan bu zat için, görevli kişi, hükümet tabibini çağırmış. Elinde tuttuğu zehirli iğneyi göstererek: Bu iğneyi şu kişiye yapacaksın.” demiş. O da ancak yazılı emirle yapabileceğini söylemiş. Görevli kişi: “O zaman bir memurunu gönder.” demiş. Hükümet tabibi de beni gönderdi. Beni hapishanede karşıladılar. Önce: “Bu doğulu hoca, bir Kürt devleti kurmak istiyor. Bu kişi devletimiz için çok tehlikelidir. Gizli gizli kitaplar yazarak halkı zehirliyor. Daha neler yapıyor neler. Sen şu iğneyi bu kişiye zerk edeceksin.” dediler. Gizli güçlerin görevlendirdiği bu kişiler, ayak ayaküstüne atarak kahvelerini içerken ben de oraya çağırılan zatın hazırlanmasını bekliyordum. Kendisine iğne yapılacağını anlayan zat dedi ki:

—Ben hasta değilim, benim vücudum iğneyi kaldırmaz, bir haşarat salgını da yoktur. Niçin iğne vurulmak icap ediyor? Yoksa siz iğneyi yapmak mecburiyetinde misiniz? Evet, dedim. “Bu iğneyi yapmak mecburiyetindeyim.” “O zaman yap, dedi.Ağzına kadar zehir dolu olan enjeksiyonun bir miktarı bile insanı öldürmeye yetecekken bana hepsini zerk etmem emredilmişti. Ben iki dizyem yaptım. Bu zat zehirlendiğini çok iyi anlamıştı. Koğuşuna götürüldü. Her an bayılması ve ölmesi bekleniyordu. Bir iki dakika içinde netice alınacaktı.Gizli komitenin görevli kişileri, birkaç dakikada bir kendilerini arayan telefona cevap veriyorlar: “Hepsini zerk ettik, sonucu bekliyoruz.”diyorlardı. Koğuşa gidip gelenler, bu zatın acılar içinde kıvrandığını söylüyorlar, fakat öldüğünü bir türlü söylemiyorlardı.Telefon defalarca çalıyor, görevliler ise hep aynı cevabı tekrarlıyorlardı. Tam bu sırada ezan okunduğunu hatırlıyorum. Dışarı da “Tanrı uludur, Tanrı uludur” sesleri duyulurken içeride “Allahuekber Allahuekber” sedaları yükseliyordu.Bu hatırayı anlatan Şerafeddin Kartal Ağabey, hem içini çekiyor hem de üstadın acılarını paylaşıyordu.

İbrahim Köse/Cevaplar.org



*****



Teyp Tahir Gürdere Ağabey’i herkes tanır. Nazillilidir. Risale-i Nur’un çok yerlerini ezbere okur. Ders yaparken muhtelif yerlerde bulunan aynı mevzuları birbiri ardına okur. Risale-i Nur’un meslek ve meşrebini çok iyi bilir. Nerede, ne zaman, niçin ve nasıl hizmet edileceğini anlatır.Tahir Ağabey geçenlerde misafirimiz oldu. Gece boyu ezber dersler dinledik. Hatıralar anlattı, sohbet ettik. Söz Cevşen’den açılınca dedi ki:-Geçen yıl Doğu Anadolu gezisinde bulunurken Ağrı’ya uğramıştık. Dershanede misafirdik. Nusret Hocamla gece geç saatlere kadar sohbet ettik. Sabah ezanıyla uyanınca Nusret Hoca’mı elinde Büyük Cevşeniyle gördüm. “Hocam yatmadınız mı?” diye sordum. Yatmadığını, her günkü dersi olan Büyük Cevşen’i okuyup bitirdiğini söyledi. Yirmi otuz yıldır bunu yapıyormuş. Hem hayranlık duydum hem de günlük evrad olarak Büyük Cevşen’in okunduğunu öğrendim.Aylar sonra Senirkent’te bulunan Ali İhsan Tola Ağabey’i ziyaret ettiğim de bunu anlattım. Ağabey de: “Biz de otuz yıldır aynısını yapıyoruz kardeşim. Çünkü Üstad’tan öyle gördük. Üstad, Büyük Cevşen’i her gün bitirirdi.” dedi.

İbrahim Köse/Cevaplar.org



*****



Bediüzzamanın benzeyin dediği marangoz Marangozun hayatındaki bereketMustafa Çavuş marangozluk yapıyordu. Gün boyunca çalışıyor, eve yorgun argın geliyordu. Eve gelir gelmez anne babasının elini öpüyor, dualarını alıyordu.Annesi yatalaktı. Önce onun yemeklerini kendi elleriyle yediriyor; sonra doksan yaşındaki, gözleri görmeyen babasının yemeğini yediriyordu. Ondan sonra kendisi sofraya oturuyor ve çoluk çocuğuyla beraber yemeğini yiyordu.Aynı şey sabahları da tekrarlanıyordu.Üstad Bediüzzaman’ın evinin önündeki çınar ağacına küçük kulübeciği o yapmıştı.İşleri oldukça iyi, rızkı da hayli bereketliydi. Darlık çekmiyor, sıkıntıya düşmüyordu. İbadetlerini de aksatmıyordu. Huzurlu bir yaşantısı vardı.Marangoz Mustafa Çavuş’un bu hali, Bediüzzaman’ın dikkatini çekmişti. Böyle huzurlu ve bereketli bir hayata çok sık rastlanmazdı. İşin geri planında bir şeyler olmalıydı.Bir iki soruşturmadan sonra, Mustafa Çavuş’un, evinde anne babasına baktığını öğrendi.– Tamam, dedi. Bu muvaffakiyet ondandır.Bunu yazdığı bir risalede şöyle dile getirdi:– Ahiret kardeşlerimden Mustafa Çavuş isminde bir zat vardı. Dininde, dünyasında muvaffakiyetli görüyordum, sırrını bilmezdim. Sonra anladım ki, o zat, ihtiyar peder ve validelerinin haklarını anlamış ve o hukuka tam riayet etmiş ve onların yüzünden rahat ve rahmet bulmuş. İnşaallah âhiretini de tamir etmiş. Bahtiyar olmak isteyen ona benzemeli.

Ömer Faruk Paksu(Bediüzzaman'la Yaşayan Öyküler kitabından)



*****



Bu hatırayı, Tavşanlı ilim Araştırma Vakfında, Vahşi Şaban Ağabey’den naklen Şerafettin Kartal Ağabey anlattı. Gece gündüz uykusuz kalarak hizmette koşturan ve hayatını Üstada, Nurlara adayan Zübeyir Ağabey, yorgunluktan, uykusuzluktan bikes kaldığı bir zamanda demiş ki:

—Hastayım, çok üşüyorum.Ceylan Ağabey de ona cevap vermiş:

—Ben, senin hastalığının muacelesini (ilacını) biliyorum demiş.Zübeyir Ağabey;

—Söyle aziz kardeşim nedir bu ilaç? deyince

—Ceylan Ağabey de konuşmuş:

—Yataktan bir pantolon, yorgandan bir gömlek, yastıktan bir takke giyerek, arza muvazi olup kalbi çalıştırarak gözleri yumup ruhu dinlendirmektir.



MİLLETİN OMUZUNDAKİ BELA

Simav Fatih Vakfı’nda konuşan Prof. Şener Dilek Ağabey, 90 yaşlarında olan Hacı Münir Efendi’yi, bizzat Hasankale-Korucuk köyünde ziyaret ederek aşağıdaki hatırayı dinlediğini anlattı.Üstad, Erzurum’dan Van’a giderken Hasankale’nin Korucuk Köyünde HacıMünir Efendi adındaki bu zata misafir oluyor. Münir Efendi, Üstad’a akşam sofrası hazırlıyor ve yatak açıyor. Fakat Üstad, hiçbirine dokunmuyor, o gün öyle geçiyor. İkinci gün de aynı hal devam ediyor. Ev sahibi Üstad’ın yemesi için rica ediyor. Üstad sadece yoğurttan iki kaşık alıyor. Ev sahibi çok üzülüyor ve niçin yemediğini soruyor. Bunun üzerine Üstad şu açıklamayı yapıyor:

—Bu milletin omzuna öyle bir bela binmiştir ki cehennem ateşine denktir. Osmanlı yıkılmış, din müdafaasız, millet sahipsiz kalmıştır. Bu milleti düşünmekten, yiyip içecek halim kalmadı.



İŞİ DERSE KATILMAK OLMAYANIN

Bu akşam Nazilli’de Teyp Tahir Ağabey’in evindeyiz. Tahir Ağabey, Hulusi Ağabey’den bir hatıra nakletti.Hulusi Ağabey, derse gelmeyen birisini merak etmiş. Derse niçin gelmediğini sormuş. Demişler ki: İşi var, işi olduğu için derse gelemedi. Hulusi Ağabey de demiş ki:

—İşi derse katılmak olmayanın, ders zamanında başka işi olur.Hulusi Ağabey’in, ölümüne kadar, meşhur o ikindi derslerine her gün devam ettiği bilinmektedir. Yaşlandığı son yıllarda, yürüyemeyecek kadar hasta olduğu zamanlarda bile yanlarından tutan iki kişinin yardımıyla bu derslere katıldığına birçok kişi gibi biz de şahidiz.

İbrahim Köse/Cevaplar.org



*****





Zalimler için yaşasın cehennem sözünün hikayesi

Yavuz Bahadıroğlu, Bediüzzaman'ın 31 Mart ayaklanmasında yaptığı yatıştırıcı konuşmalardan dolayı Divan-ı Harb-i Örfi'den beraat ettiğini yazdıVakit Yazarı Yavuz Bahadıroğlu, bugünkü yazısında, Bediüzzaman'ın 31 Mart hadisesinden sonra yargılandığı Divan-ı Harb-i Örfi'den beraat ettikten sonra söylediği "Zalimler için yaşasın cehennem!" sözünün hikayesini yazdı.İşte Bahadıroğlu'nun yazısından ilgili bölümler:"İstanbul’daki ayaklanmayı haber alan Selânik Redif Tümeni’ne bağlı subaylar ve ordu kumandanı Mahmut Şevket Paşa meşhur “Hareket Ordusu” ile İstanbul’a gelip 22-23 Nisan gecesi şehre girdi. 24 Nisan’a kadar devam eden ayaklanma böylece bastırıldı ve hemen ardından, 25 Nisan’da Örfî İdare (Divan-ı Harb-i Örfî) ilân edildi."Müthiş bir tevkifat başladı. Kuru ile yaş da yandı. Çok insan asıldı. Bediüzzaman Said Nursi de bu arada Hurşit Paşa’nın başkanlığını yaptığı Divan-ı Harb-i Örfî’de yargılandı, ancak isyan sırasında yaptığı yatıştırıcı konuşmalar dikkate alınarak, hakkında takipsizlik kararı verildi.Kendi ifadesiyle, “Bu dehşetli mahkemede idamını beklerken, beraat etmiş ve mahkemeye teşekkür etmeyerek, yolda Bayezid’den Sultanahmet’e kadar, arkasında kalabalık bir halk kitlesi mevcut olduğu halde, ‘Zalimler için yaşasın cehennem! Zalimler için yaşasın cehennem!’ nidalarıyla” ilerlemiştir."

RisaleHaber



*****



Ağustosun güzel yaz günlerinden biriydi. Eynal sıcak su banyolarından çıkmış soldaki yüksek çay bahçesinde oturmuştuk. Muzaffer Aslan Ağabey’i her zaman bulamadığımız için, ona hizmetimizi doğrudan ilgilendiren bir hatırayı sorduk.-Ağabey, Üstat’ın Konya’dan gelen nur talebelerine: “Risale-i Nur’un sizin hizmetinize ihtiyacı yok.” İfadesini kullandığı hatırayı siz nasıl biliyorsunuz? Mümkünse anlatır mısınız.?”Şöyle bir arkasına yaslanan Muzaffer Ağabey, uzaklara dalıp giden gözlerini neden sonra topladıktan sonra dedi ki:-Halıcı Sabri Ağabey, Üstad’a gelerek, Yorgancı Mehmet Parlayan Ağabey’in cahil olduğunu, hizmetten pek anlamadığını belirtir. Daha sonraları ise Mehmet Parlayan Ağabey Üstad’a gelerek Halıcı Sabri Ağabey’in hep kendisini nazara verdiğini, derslerde hep kendisinin konuştuğunu söyler ve kitap satma işlerinin kendisine verilmesini ister. Üstat da her ikisine muhtelif zamanlarda ama aynı olan şu cevabı verir:-Siz gidin kendi aranızda anlaşın. Aranızdaki tesanüdü muhafaza edin, o yeter. Risale-i Nur’un sizin hizmetinize ihtiyacı yok.Yine bir başka zaman Konyalılar, Üstad’a gelerek Konya’da pek hizmet olmadığını söylerler. Üstad da der ki:-Bir yerde bulunan Nur talebeleri, hizmete perde olmazsa orada hizmet olur.

İbrahim Köse/Cevaplar.org



*****



Said Nursi'nin göz yaşları

Bediüzzaman, 'Çok şükür, ölmeden bunları gördüm' diyerek hislerini ifade etti "Yeni basılmaya başlanan Sözler'in formalarını Salih Özcan ve Said Özdemir'le birlikte Emirdağ'a götürmüştük. kendilerinin yanında ve hizmetinde Mehmed Çalışkan da vardı. Bana ilk defa Salih Özcan vesile oldu. Sonra Bayram Yüksel'i gönderdiler. Daha evvel gıyaben tanıyordum. Bayram Yüksel'e araba kullanmaya öğrettim. Üstada giderken Osman Nuri Efendi hediye olarak benimle bir tesbih göndermişti. O tesbihi aldı, öptü, başına koydu. Bana hitaben, 'Ben seni Osman Nuri olarak tanıyorum, kabul ediyorum, tesbihi çekerken sizleri hatırlayacağım' dedi. "Osman Nuri Efendi, Bediüzzaman'ı yirminci asrın müceddidi olarak tanır ve öyle ifade ederdi. Ben kendilerini Emirdağ'da ziyaret ettim. Üç-dört defa gittim. "İlk Sözler'in formalarını görünce gözleri yaşardı, ağladı. Mehmed Çalışkan ve Hamza Emek de oradaydı. 'Çok şükür, ölmeden bunları gördüm' diyerek hislerini ifade etti. 'Ben vazifemi yaptım, artık siz bundan sonrasını yaparsınız' dedi.

Son Şahitler'den Cevat Çağrı'nın hatırası...



*****



Nursi'nin babasını dinlemediği an

Mirza Efendi, Bediüzzaman'a, 'senin baban olduğumu sakın kimseye söyleme' diye uyardı amaBabaya saygı Bediüzzaman'ın Van’da, Vali Tahir Paşa’nın konağında kaldığı günlerdi. Bir gün basit kıyafetli bir köylünün kapıda kendisini beklediğini söylediler. Kapıya koştu. Gelen babasıydı. Bir merkeple Nurs’tan kalkmış, Van’a oğlunu görmeye gelmişti. Bediüzzaman sevinç içinde babasının ellerine sarıldı. Halini hatırını sordu. Annesi ve kardeşleri hakkında bilgi aldı. Mirza Efendi, kapıda oğlunu:

– Oğlum, burada benim, senin baban olduğumu sakın kimseye söyleme, diye uyardı. Bediüzzaman babasının önüne geçip ona yol gösterdi ve içeri aldı. Salona girdiler. Vali ve şehrin diğer ileri gelenleri de oradaydı. Sofi Mirza Efendi, utanarak kapının eşiğine yakın bir yere oturdu. Bediüzzaman, uyarısına rağmen babasını topluluğa iftiharla tanıttı:

– İşte bu zat benim babam Sofi Mirza Efendi’dir. Ve babasını kapı ağzından alarak başköşeye, Vali Tahir Paşa’nın yanındaki sedire oturttu. Onun layık olduğu yer orasıydı. Baba, herkesin önünde ve başında olmalıydı.

Ömer Faruk Paksu (Bediüzzaman'la Yaşayan Öyküler kitabından)



*****



Bediüzzaman ve zikreden ağaçlar

Bir ağacın başındaki 'köşk'ün tamir edilmesi gerekiyordu. Ama Bediüzzaman'ın bir şartı vardıAğaçları kesmeyin! Özellikle yaz aylarında günlerce Çam Dağı’nda kalır, çalışmalarına ve ibadetlerine burada devam ederlerdi. Çam Dağı Eğirdir Gölü’ne bakan, muhteşem manzaraya sahip, çok güzel bir yerdi. Havası temiz, suyu lezzetliydi. Burası için “Ben bu menzilleri Yıldız Sarayı’na değişmem” derdi Bediüzzaman... Dağın tam tepesinde, bir ağacın başında, kuru dallardan yapılmış mütevazı bir “köşk”ü vardı. Derme çatma bir merdivenle çıkılırdı buraya... Bu kulübecik zaman içinde bozulur, dal parçaları çürür ve tamire ihtiyacı olurdu. Baharla birlikte yine talebeleriyle bu dağa çıkmışlardı. Kulübeciğin tamir edilmesi gerekiyordu. Etraf bütünüyle ağaçlarla çevrili olduğundan odun temin etmek zor değildi. Birkaç ağacın dalı bu işi görmeye yeterliydi. Bu işi yapmak için hazırlanan talebelerine Bediüzzaman sıkı sıkı tembih etti: – Sakın ağaçları kesmeyin. Kuru odun parçalarıyla işinizi görün. – Üstad’ım, birkaç dal parçasını kessek ne olacak? Her taraf zaten orman, dediklerinde Bediüzzaman şu cevabı verdi: – Hayır onlar da Allah’ı zikrediyor. Kuru dalları toplayın, işinizi onlarla görün.

Ömer Faruk Paksu (Bediüzzaman'la Yaşayan Öyküler kitabından)



*****



Bediüzzaman'ın dua listesi

Bediüzzaman, uzunca bir liste çıkardı ve İbrahim'in de adını ilave etti. İbrahim, 'Üstad'ım, merak ettim. Bu liste nedir' diye soruncaDua listesi– Üstad’ım, bize dua eder misiniz, dedi.Uzak bir yoldan gelmişti. Eserlerini okuduğu Bediüzzaman’ı görmek, hayır duasını almak istemişti.

– İnşaallah kardeşim, dedi Bediüzzaman:

– Dua ibadetin özüdür. Kulun Rabbine en yakın olduğu andır.

– Adın neydi, diye sordu.

– İbrahim, diye karşılık verdi misafiri.Bediüzzaman, uzunca bir liste çıkardı ve sonuna İbrahim’in de adını ilave etti.Listede yüzlerce isim vardı.– Üstad’ım, merak ettim. Bu liste nedir, dedi.Bediüzzaman, listeyi başucuna koydu ve şöyle cevapladı:– Nasıl ki bir yere mektup attığında, zarfın üzerine adresi yazarsan, gideceği yere doğru gider ve istenilen yere çabuk ulaşır. Aynı şekilde, dua edeceğin kimseyi de ismiyle anarsan aynı şekilde Cenab-ı Hakkın dergâhına öyle ulaşır.İbrahim, başını salladı:

– Tamam Üstad’ım, dedi.Bediüzzaman devamla şu dersi verdi misafirine:

– Hem gıyâbî yapılan dua daha makbuldür. Çünkü ben senin ağzınla günah işlemedim, sen de benim ağzımla işlemedin. Cenab-ı Allah bir mü’minin diğer mü’min kardeşi için yaptığı duayı kabul eder. Dua bir iksirdir, toprağı gümüş yapar, gümüşü de altın yapar.

Ömer Faruk Paksu(Bediüzzaman'la Yaşayan Öyküler kitabından)



*****



Bediüzzaman'a hediye gelen iki karpuz

Yusuf Ağa elinde iki karpuzla 'Kabul buyurursanız bunları size getirdim' dedi. Bu, Bediüzzaman’ın son derece hassas olduğu bir noktaydıHamalın helal parası

–Ahmet Efendi bana 50 kuruş borç verir misin, dedi Yusuf Ağa.Ahmet Efendi şaşırdı. Böyle varlıklı bir ağanın kendisinin parasına ne ihtiyacı olabilirdi. Hamallıkla geçinen, eve zar zor ekmek götüren, kendi halinde biriydi.

–Vermesine veririm de, dedi. Senin benim 50 kuruşuma ne ihtiyacın var? Sen zengin, malı mülkü olan birisin, ağasın!Yusuf Ağa:

– Doğru söylüyorsun. Benim senin parana ihtiyacım yok. Allah’a şükür, yeterince param var. Ancak Hoca Efendi’ye karpuz götüreceğim. Bizim orada âdettir, büyük zatlara mevsimin ilk sebze ve meyvelerinden hediye götürülür. Sen hamal olduğun için paran helaldir. Benim parama haram karışmış olabilir. Hoca Efendi muhakkak anlar ve kabul etmeyebilir.

– Peki, dedi Ahmet Efendi. Cüzdanını uzattı:

– Ne kadar istiyorsan al.Yusuf Ağa 50 kuruş aldı ve pazara doğru gitti.Kısa bir süre sonra, elinde iki Adana karpuzuyla Bediüzzaman’ın kapısını vurdu.Kapıyı Bediüzzaman’ın talebesi açtı:– Buyurun, dedi.

– Hoca Efendi’yi ziyarete gelmiştim, müsait mi acaba?– Bir sorayım, dedi ve içeriye girdi. O sırada Bediüzzaman ayağa kalkmış ve kapıya kadar gelmişti.Yusuf Ağayı elinde iki karpuzla görünce:

– Nedir onlar, dedi.

–Affedin Hocam, bizim tarafta âdettir. Âlimlere, büyük zatlara mevsimin ilk karpuzlarından hediye götürürüz. Kabul buyurursanız bunları size getirdim, dedi mahcup bir edayla...Bu, Bediüzzaman’ın son derece hassas olduğu bir noktaydı. Hayatı boyunca kimseden karşılıksız bir şey almamıştı.

– Yusuf Efendi, dedi, ben yetmiş yaşıma geldim, kimseden hediye kabul etmedim. Sen benim bu âdetimi nasıl bozarsın?Yusuf Ağa olduğu yerde kaldı. Zaten bir tereddütle gelmişti. Ne diyeceğini bilemedi.Bu sırada Bediüzzaman elini iki kaşının arasına götürdü, derin bir düşünceye daldı.Bir süre sonra başını kaldırdı ve Yusuf Ağaya döndü. Tebessümle:

– Ben seni karpuzlarınla birlikte geri gönderecektim. Fakat onları muhacir hamalın parasıyla almışsın, onun hatırına kabul ediyorum.O anda Yusuf Ağanın dermanı kesildi, dizlerinin bağı çözüldü, daha fazla duramayarak karpuzları yere bıraktığı gibi kaçarcasına evden çıktı, gitti.Aylar sonra, Yusuf Ağa birkaç yakınıyla birlikte yine Bediüzzaman’ı ziyarete geldi.Bediüzzaman misafirlerini çok hoş karşıladı ve talebesine:

– Kardeşim misafirlerimize bir ikramda bulunalım, içerideki iki karpuzu kes getir, dedi.Talebesi diğer odaya geçti ve iple tavana asılı olan iki karpuzu yere indirdi. Daha dalından yeni koparılmış gibi taptazelerdi.Karpuzları dilimlere ayırıp tepsiye dizdi ve misafirlerin önüne koydu.Ağa ile misafirleri getirilen karpuzları iştahla yediler.Yusuf Ağa “Hocam Allah ziyade etsin, dedi ve geriye çekildi.

– Afiyet olsun kardeşim, dedi Bediüzzaman:

– Hatırladın mı bu karpuzları? Hani hamalın parasıyla alıp bana hediye getirmiştin.Yusuf Ağa kıpkırmızı kesildi, sadece “Hocam", dedi ve devamını getiremedi.Şaşkınlıktan dili tutulmuştu.Bediüzzaman gülümsedi:

–Kardeşim, ben sana demedim mi kimsenin hediyesini karşılıksız almıyorum, alamıyorum diye... İşte senin getirdiğin karpuzları da yiyemedim. Yine size nasip oldu. Afiyet olsun.

Ömer Faruk Paksu(Bediüzzaman'la Yaşayan Öyküler kitabından)



*****



Bediüzzaman'ın cesaret edemediği şey

Talebesi Bediüzzaman'a, 'Üstadım, biz de korkuyoruz ama senin ödün patlıyor. Bizim gibi rahat otursan' deyince...Nasırİbadet ve duayla meşgul olurken, saatlerce diz üstüne oturur, saygısından ayaklarını uzatmazdı.Bu şekilde oturmaktan ayak parmakları yara olmuş, nasır bağlamıştı.Talebesi Molla Resul’e parmağını göstererek bir merhem sürmek istediğini söyledi.Molla Resul kendisinden yaşça büyük, âlim ve faziletli bir zattı. Bu sırada ateş yakmaya çalışıyordu.Bediüzzaman’a:– Üstad’ım, biz de Allah’tan korkuyoruz, ama senin ödün patlıyor. Bizim gibi rahat otursan ayağın yara olmayacaktı, dedi.Bunun üzerine Bediüzzaman:– Molla Resul! Kısa ömürde, kısa dünyada, ebedî hayatı kazanmaya gelmişiz. Hem burada rahat oturayım, hem Cennet dava edeyim, olmaz böyle şey! Onun için cesaret edemiyorum rahat oturmaya...

Ömer Faruk Paksu(Bediüzzaman'la Yaşayan Öyküler kitabından)



*****



Said Nursi'nin baba şefkatine cevabı

Dr. Nutku'nun, 'Üstadım çocukları zamanın fenalıklarından korumak için Konya'ya yerleştim' sözlerine Bediüzzaman şöyle cevap verdi“Gül bahçesinde gübrelere bakma!”Dahiliye uzmanıydı. Kıdemli binbaşıyken askeriyeden istifa ederek sivil hayata dönmüştü.Dinî ilimlere meraklıydı. Mesaisinden arta kalan zamanında bol bol ibadet ediyor, hadis ve tefsir kitapları okuyordu.Aynı zamanda maneviyat ehli büyük zatları da ziyaret ederek, onların ilim ve feyizlerinden istifade etmeye çalışıyordu.Bu şekilde birçok zatı ziyaret etmişti. Bediüzzaman’ın ismini de bu sırada duymuştu:

– Aradığın kutup budur” demişlerdi ona…Zamanın fenalıklarından çok çekiniyordu. Yeni neslin dinden uzak yetişmesine çok üzülüyordu. Çocuklarını da bu kötü gelişmelerden muhafaza etmek istiyordu. Bunun için Konya’ya yerleşmişti.Dr. Sadullah Nutku, bir gün oğlu Mehmet’i de yanına alarak Emirdağ’a Üstad Bediüzzaman’ı ziyarete gitti.Bediüzzaman gelen misafirlerini çok iyi karşıladı ve yanına oturttu.Dr. Sadullah Beyin oğlu hastaydı:

– Üstad’ım, dedi. Oğlum hasta, ona dua eder misiniz?Bediüzzaman, Mehmet’in yüzüne baktı ve “Kardeşim, ben ona dua edeceğim, ama hastalığı ahireti için daha iyidir, üzülme, dedi.Başını sallayarak:

– Peki Üstad’ım, dedi ve şöyle devam etti:

– Üstad’ım, ben çocuklarımın iyi terbiye almaları ve onları zamanın fenalıklarından korumak için Konya’ya yerleştim, dedi, Siz ne buyurursunuz?Bediüzzaman şöyle cevap verdi bu samimi talebesine:

– Kardeşim, sen gül bahçesindesin, gübrelere fazla bakma! Çiçeklere, güllere bak. İyiliklere, güzelliklere bak. Bu dünyada tam istediğin gibi bir yer bulamazsın.

Ömer Faruk Paksu(Bediüzzaman'la Yaşayan Öyküler kitabından)



*****



Emin Çayırlı (Çaycı Emin Bey) Bediüzzaman Said Nursi ile ilgili bir hatırasını anlatıyor: "Sabahları erkenden evine gidip sobasını yakardım. Yine böyle bir gün gitmiştim. Çok soğuk bir gündü, farkına varmadan sabah ezanından iki saat önce gitmiştim. Seccadenin üzerinde ibadet ediyordu. Mum ışığında, seherin soğuğunda, hazin bir sesle dua ediyor, için için yalvarıyordu. Ben heyecan içerisinde tam bir buçuk saat ayakta bekledim. Bu ulvî hali titreyerek, ürpererek seyrettim. "Nihayet ezan sesleri uzaklardan gelmeye başladı. Ama o zamanki malûm Türkçe ezan sesleri... Dönüp bana dedi: "Emin, sen çok büyük bir hata ettin! Kasem ederim, yemin ederim ki, benim bir vaktim vardır, o vakitte melâike de gelse, kati bir surette kabul etmem. Sen çok yanlış ettin. Bir daha böyle hareket etme, bu kadar erken gelme, ezan okunmayınca gelme!' dedi. "Efendim affet, kusura bakma! Ay ışığı dolayısiyle vakti bilemedim. Erken gelmişim. Bir daha ezandan önce gelmem' dedim.

Risalehaber